17 Ağustos 2011 Çarşamba

Alara Uçansu Şelalesi


11.08.2011 Perşembe günü saat: 19.00’da İstanbul’dan otobüse biniyorum. Cuma sabahı 09:30’da Alanya Otogarı’na ulaşıyor otobüs. Bu arada Selin de İzmir’den bindiği otobüsten hemen hemen aynı saatlerde inmiş otogara. Buluşuyor ve kahvaltımızı yapıyoruz. Ardından geriye dönüş biletlerini ayarlayıp, kimsenin gidiş yolunu tam olarak bilmediği Uçansu Şelalesi’ne gidiş yollarını araştırmaya başlıyoruz. Öncelikle otogar içinde esnafa soruyorum ama kimse nasıl gidileceğini bilmiyor. En belirgin cevabı ‘’şehir içinde köy dolmuşlarıyla gidiliyordur sanırım’’ diyen simitçi abimiz veriyor. Akabinde dönüş bileti aldığımı Kamil Koç çalışanlarına danışıyorum. Ve o andan itibaren hayatımıza ve yolculuğumuza efsane bir isimi dahil oluyor: ‘’ALİ HOCA’’. Kamil Koç çalışanlarına Uçansu dediğim zaman bilmediklerini söylüyorlar. Daha sonra Konya sınırı yakınında bulunan Gündoğmuş Köyü’ne bağlı olduğunu söylediğimde, ‘’o civara giden köy dolmuşları için şehir merkezinde Ali Hoca’nın marketi sorun’’ cevabını veriyorlar. Kendi kendimize iyi de koca Alanya şehir merkezinde Ali Hoca’yı ve onun marketini kime sorup öğreneceğiz diyerek şehir merkezine giden servislere biniyoruz. Şoför bizi şehir merkezinde Cuma Pazarı denen yerde indiriyor. İndiğimiz yerde 1-2 kişiye danışarak Cuma Pazarı içerisindeki Köy dolmuşlarının kalktığı dolmuş istasyonuna ulaşıyoruz. Orada şoförlere sorduğumda hiç de iç açıcı cevaplara ulaşamıyorum. Şoförlere göre Gündoğmuş Köyü tarafına günde sadece 1 adet dolmuş gidiyor ve o da sabah 9-10 sularında gitmiş oluyor. O civara başka gidiş yolu da bulunmuyor. Ayrıca Gündoğmuş Köyü ile Uçansu Şelalesi arasının en az 20 km olduğunun ve şelaleye kadar gidecek aracının bulunmadığının da altını çiziyorlar. Bu sırada bir şoför ‘’yahu nolacah bi tahsi kiralayuverün’’ diye çıkışıyor. O sırada bir diğeri ise konuşma boyunda sırtımdaki çantayı süzüyor ve sürekli araya girerek ‘’vay yiğenim şimdi senin evin her şeyin bu çanta hee mi, evinde mi bunu içinde, yemeklerinde mi bunun içinde, her şeyinde mi bunun içinde’’ diyerekten konuşmamı bölüyor. Arada ona da laf yetiştiriyorum. Derken içlerinden birisi yine o ulvi ismi söylüyor ‘’ALİ HOCA’’, ‘’Ali hoca’nın marketini bul yeğenim’’. Haydaaa. Yine Ali Hoca arkadaş. Neyse aldığımız bu cevaplardan sonra tek ulaşım yolumuzun Ali Hoca’yı ve marketini bulmak olduğunu anlıyoruz. Cuma Pazarı’ndan çıkarak önce bir otoparkçıya, ardından da bir simitçiye Ali Hoca’nın marketini soryuroz. İkisi de tanıyor ve tarif ediyor. O anda gerçektenden de Ali Hoca’nın bu civarda önemli bir zat olduğunu ve onu çok küçümsediğimizi anlıyoruz. Son olarak simitçi abimizden aldığımız direktif doğrultusunda Ali Hoca’nın marketine ulaşıyoruz. Ali Hoca’nın marketine doğru ilerlerken gökyüzünden zembille ineceği, ak sakallı bir dede olacağı ve bize ‘’Uçansu’ya 1972’den beri giden olmadı’’ tarzında açıklamalar yapacağı şeklinde geyikler çevirerek markete giriyoruz. Ali Hoca minibüslerin sabah gittiğini söylüyor. Biraz yüzümüz asılıyor açıkcası. Ancak devamında ‘’bekleyin biraz ben sizi bir şekilde yollamaya çalışacağım’’ diye de umut aşılıyor. Yaklaşık 10-15 dakika kadar meşhur Ali Hoca’nın Marketi’nin önünde bekliyoruz. Daha sonra Ali Hoca yaptığı 1-2 telefon görüşmesinin akabinde 2 genç arkadaşımızla bizi bir yere yolluyor. Gençler bizi 2 sokak ötede başka bir marketin önüne götürüyorlar. Orada beklemekte olan bir minibüs vardı. Minibüsün önünde duran ve ilk aşamada şoför sandığımız, daha sonra onun da bizim gibi yolcu olduğunu sandığımız tonton bir dayıyla tanışıyoruz. (Bakın dayı diyorum, çünkü görseniz siz de dayı dersiniz) Dayımızın adı sanırım Mehmet idi. Değilse bile hikayemiz boyunca Mehmet olarak kullanacağım bunu bilesiniz. Mehmet Dayı’ya Uçansu Şelalesi’ne gitmek isteidğimizi söylüyoruz. Hemen ‘’tamam atlayıverin bu minibüse eşyalarınız arkaya koyuverin az sonra kalkarız’’ cevabını alınca baya bir seviniyoruz. Çantalarımızı minibüsün arkasına koyuyor ve marketten yiyecek ve içecek stokluyoruz. Mehmet Dayı’ya yolun ne kadar sürdüğünü sordum önce. ‘’Çok değil yaa 3-4 saate gideriz’’ cevabını alıyoruz. Çok değil ve 3-4 saat arasındaki ironi bizi gülümsetiyor. Çünkü haritadan baktığımız kadarıyla Alanya – Uçansu arası sadece 70 km idi. 70 km normal şartlarda en fazla 50-60 dakika sürebilecek bir yol. Hadi yolun rampa ve virajlı olmasını da eklersek varsın 2 saat olsun. Öhöm neyse. Mehmet Dayı’ya ikinci sorumuz ise ücretin ne kadar olduğuydu. ‘’Fazla değil yaa 20 tl bişi’’ cevabını alıyoruz. Yine bir gülümseme beliriyor suratlarımızda. 20 TL’nin neresi fazla değil Mehmet Dayı=) Akabinde şoför ve bir müşteri daha geliyor. Artık yola çıkma vakti gelmiştir. Buradan itibaren hikayemizin 2. kısmına geçiyoruz.
Yola çıktığımızda şoför, Mehmet Dayı ve diğer yolcunun arkadaş olduklarını anlıyoruz. 3’ü de önce oturuyor ve sürekli muhabbet ediyorlar. Biz ise en arkada oturuyoruz. Tatlı tatlı küfürleşerek muhabbet ediyorlar. Şivelerinden dolayı çoğu dediklerini anlamasak da keyifli gidiyor yolculuk. Ancak o kadar çok duruyoruz ki yol boyunca. İlk önce ara sokaklarda 2-3 adet marketin önünde ayrı ayrı durarak şoför ve bizim dışımızdaki yolcuların arkadaşları ile muhabbetlerini bekliyoruz. Daha sonra meyve-sebze haline giriyoruz. Minibüse sebebini bilmediğimiz bir nedenden dolayı boş meyve kasaları yükleniyor. Yaklaşık 10-15 dakika da burada oyalandıktan sonra tekrar yola koyuluyoruz. Bu arada bindiğimiz dolmuşun Uçansu’nun daha da yukarılarında bulunan yaylaya gittiğini öğreniyoruz. Yaylada market bulunmadığından dolayı sürekli ihtiyaca göre mağazaların önünde durmak zorunda kalıyoruz yol boyu. Derken minibüsün otomatik kapısı bozuluyor ve sanayiye giriyoruz. Ufak çaplı bir bakım onarım için burada da oyalandıktan sonra yeniden yola koyuluyoruz. Yaklaşık 1 saat aralıksız devam ediyoruz yolculuğumuza şaşırtıcı bir şekilde. Derken bir köyde duruyoruz. Nedeni ise Cuma namazı=) Evet Cuma namazı kılıyor yolcular ve şoför. Yaklaşık 45 dakika onları bekliyoruz bu bomboş köyde. En sonunda namaz bitiyor ve tekrar yola koyuluyoruz. O sırada yolculardan biri (Mehmet Dayı değil, adını bilmediğimiz diğer bir abimiz) bizi yaylaya davet ediyor. Teşekkür ediyor ve çok fazla zamanımız olmadığını bir an önce Uçansu’ya gitmek istediğimizi söylüyoruz. Bu arada dönüşü Pazar günü yapmamız gerektiğini, çünkü Pazar akşamı dönüş otobüsümüz olduğunu söylüyoruz. O sırada öğreniyoruz ki Pazar günü dolmuşla çalışmıyor. Yani Pazar günü Uçansu’dan Alanya’ya dönebilmek için otostop çekmek veya yürümek dışında bir yolumuz bulunmuyor. ‘’Neyse nasıl olsa döneriz bir şekilde’’ diyerekten bunu düşünmeyi Pazar gününe bırakıyoruz. Sonuçta Alanya’ya indiğimizde de Uçansu’ya gidişin çok zor olduğunu biliyorduk. Cuma namazının ardından aralıksız 1-1,5 saat yolculuğun sonunda nihayet Uçansu Şelalesi’ne ulaşıyoruz. Şoför, bizi yaylaya davet eden abimiz ve Mehmet Dayı ile helalleştikten sonra çantalarımızı alıyor ve şelalenin etrafına kurulan küçük işletmeye ayak basıyoruz. Bu arada yolculuğumuzn toplam 4,5 saat sürdüğünü de belirtmek isterim. Ayrıca minibüsün buraya kadar normalde gelmdiğini sırf bizi getirmek için şelale  yoluna saptığını öğreniyor ve teşekkür ediyoruz.

Şelale gerçekten görülmesi gereken muhteşem bir doğa olayı. Gerçi şelalenin patlama anının Nisan ayı olduğunu ve gerçek halini görebilmek için en uygun ayların Nisan ve Mayıs ayı olduğunu biliyorduk. Ancak Ağustos ayı olmasına rağmen yine de yadsınamayacak seviyede bir su bulunuyor ve şelale akışı devam ediyordu. O an neden buranın isminin Uçansu olduğunu da anladık. Kanyon içerisinde konumlu olan şelalede sular oyukların arasından akıyor ve adeta uçuşarak yere düşüyordu. Düştüğü yerde de doğal bir havuz meydana getiriyordu. Çıkardığı sesin ise 2,5 gün boyunca kulaklarımıza yer edeceği belliydi.

Şelalenin çevresine kurulan küçük tesis 4-5 adet çardak ve 9 adet bungolovdan oluşmaktaydı. Oraya ulaştığımızda karnımız çok aç olduğundan hemen bir çardağa kurulduk. Çantalarımızı attıktan sonra bir süre yayılarak şelaleyi izledik ve dinledik. Daha sonra yanımıza görevli birisi geldi. Tanıştığımız ve orada kaldığımız süre boyunca çok sevdiğimiz, bize yardım eden ve indirim yapan Mustafa Abi idi bu gelen görevli. Karnımızın aç olduğunu, kalacak yer için çadır kuracağımız, pek paramız olmadığı için indirim beklediğimizi ve ucuz ne yiyeceğimizi sorduk=) Akabinde siparişlerimizi verdik ve karınımızı doyurduk. Daha sonra Mustafa Abi ‘’beni takip edin de çadırınızı kuracak bir yer bulalım’’ dedi. Mustafa Abi önde biz arkada şelalenin bulunduğu kanyonun derinliklerini doğru ilerledik. Yaklaşık 2-3 dakikalık bir yürüyüşün ardından ağaç evi andıran, yaklaşık 10-12 merdiven ile çıkılan ahşap, iki ağacın arasına kurulmuş, Şelale’nin akarak oluşturduğu Alara Çayı’nın hemen kenarında yer alan çardağa ulaştık. Mustafa Abi ‘den burada geçen ay 10 gün boyunca yalnız başına gelen bir abimizin çadır kurduğu bilgisini aldıktan sonra çadırımızı kurmaya başladık. Gerçekten çok güzel bir yerdi. Asırlık iki ağacın dalları arasında, yüksekte olduğundan manzarası güzel, şelalenin sesinin duyulduğu ve Alara Çayı’nın nispeten akıntısız ve sığ bir bölgesinde yer almaktaydı bu ağaç ev. Çadırımız kurduk, biraz dinledik, kitap okuduk, fotoğraf çektik, dürbünle etrafı inceledik. Bu sakin yerde zaman geçirmek gerçekten son derece keyifliydi. Akşam olduğunda Selin’in yaptığı keki yerken canımız çay çekti ve çardaklara doğru ilerlerdik. Mustafa Abi tek başına iftarını açmış ve çayını demlemekteydi. Çayını ortak olduk, biz de ona kek verdik ve uzun süre sohbet ettik. Mustafa Abi Uçansu Şelalesi yakınında bir köydendi ve emekli olduktan sonra bu işi bulmuştu. 6 yıldır yaz kış burada olduğunu, kasım ayından itibaren su seviyesinin çok yükseldiğini, nisan ayında karların erimesiyle de neredeyse bungolovlara kadar su çıktığını anlattı. Ayrıca burasının pek bilinmediğini, haftasonları kalabalık olduğunu anlattı. Ancak en kalabalık halinde bile buraya gelenlerin toplasan 50 kişiyi bulmayacağını belirtti. Bu bakirlik ve bilinmezlik belki de burayı bu kadar güzel kılan şey olmalıydı. Cuma günü Uçansu Şelalesi’nin tek müşterisi bizlerdik ve bu sakinlik inanılmaz güzeldi.



Cumartesi günü amacımız erken uyanmak, biraz yürüyüş yapmak ve internette okuduğumuz ikinci şelaleye ulaşmaktı. Ancak gece o kadar çok üşümüşüz ki çadırda sabah güneşi görünce çok zor uyandık. Evet geceleri Uçansu son derece serin oluyor. Çardakta kahvaltımızı yaptıktan sonra Mustafa Abi’ye ve orada çalışan diğer bir kişiye 2. Şelaleyi sorduğumda burada 2. bir şelalenin olmadığı cevabını alıyorum. İnternette okuduğumu ve buraya yaklaşık 1,5 saat uzaklıkta, arabayla ulaşımın mümkün olmadığı bir şelalenin olduğunu anlatmaya çalışsam da kesinlike bu civarda bir şelalenin daha olmadığı cevabını alıyorum. Mustafa Abi ise biraz düşündükten sonra uzaklarda ufak bir yerin daha olduğunu ancak kanyonun içerisinden oraya rehber ve dağcılık malzemesi olmadan gitmenin imkansız olduğu cevabını alıyoruz. Hatta daha sonra akşam üstü tanıştığım ve bölgede 5 yıldır jandarma olarak görev yapan ve bölgeyi karış karış bildiğini iddaa eden Aykut Abi’den de buralarda 2. bir şelalenin kesinlikle olmadığı bilgisine ulaşıyoruz. Bunun üzerine biraz yürüyüş yaptıktan sonra şelalede yüzmeye karar veriyoruz. Ayağımızı biraz soktuğumuzda suyun buz gibi olduğunun farkına varıyoruz. Ancak yine de gireceğiz çünkü girmesek pişman olacağımızı biliyoruz. Bir kayanın üzerinden atlayarak suya giriyoruz. Gerçekten de su çok soğuk. Belli bir süre yüzüp kıyıya çıkıyoruz. Kıyıya çıkarken birisi ‘’su nasıl yahu donmadınız mı’’ diye sesleniyor. Ben de ‘’çok soğuk ama  girmesseniz pişman olursunuz’’ cevabını veriyorum. Daha sonra isminin Devrim olduğunu, eşi Sibel abla ile İzmir’den geldiğini öğrendiğimiz abi suya atlıyor. Akabinde de eşi Sibel abla da suya giriyor. Onların da fotoğraflarını çekiyor daha sonra da ahbap oluyoruz. 37-38 yaşlarındalar 17 yıldır evliler ve evlilik yıldönümü için buraya gelmişler. 7 yaşlarındaki çocuklarını annesigile bırakmışlar. Sibel abla şuanda 4 aylık hamile olduğunu söylüyor. Gerçekten çok neşeli, sürekli tatlı tatlı tartışan, birbirinden hiç sıkılmamış bir çift Devrim Abi ve Sibel Abla. Yaşları bizden çok büyük olmasına rağmen bize arkadaşlarıymışız gibi davranıyorlar ve gidene kadar onlarla vakit geçirmeye başlıyoruz. Bizi akşam okey oynamaya davet ediyorlar. Çadırımıza dönüp,  dinlendikten ve bir süre kitap okuyup fotoğraf çektikten sonra üzerimizi giyinip çardağa geçiyoruz. Akşam maddi sıkıntımız yüzünden ne yiyeceğimizi düşünürken Sibel Abla ve Devrim Abi mangallık malzeme aldıklarını söylüyor ve bizi yemeğe davet ediyorlar. Ben Devrim Abi’ye mangalda yardım ederken Selin ile Sibel Abla da salata yapıyorlar. Son derece keyifli geçen yemek ve akabinde okeyin dolu olmasından dolayı oynanan piştinin ardından çadırımıza dönüyor ve uyuyoruz. Bu arada haftasonu olduğundan 9 bungolov da doluyor. Uçansu ilk güne nazaran baya kalabalık. Yalnız gelen insanların yaş ortalamasının yüksekliği dikkat çekiyor. Gençlerin burayı pek bilmediklerini veyahut gelmenin zorluğu yüzünden üşendiklerini düşünüyoruz.




Yazının başlarında Pazar günü dolmuş olmadığından bahsetmiştim. Bu sorunu Sibel Abla ve Devrim Abi sayesinde çözüyoruz. Pazar öğleden sonra İzmir’e döneceklerini ve geçerken bizi Manavgat’a bırakabileceklerini söylüyorlar. Pazar günü erken kalkıyor, kahvaltı yapıyor ve yola çıkmadan son kez şelaleye girmeye, akıntıya karşı yüzmeye ve şelalenin kaynağına ulaşmaya karar veriyoruz. Ancak bunun için akıntıya karşı yüzmek ve o soğuk suda uzun süre içeride kalmak gibi engeller bekliyor bizi. Yine d deniyoruz ama ancak yarı yola kadar gidebiliyoruz. Ufak çaplı bir boğulma tehlikesi ve ardından da dona tehlikesi ile kendimizi kıyıya zor atıyoruz. Kıyıya çıktığımızda vücudumuzun soğuk yüzünden diken diken ve kıpkırmızı olduğun görüyoruz. Havlulara sarılıp uzun süre güneşte oturuyor ve ısınmayı bekliyoruz. Daha sonra çantalarımızı topluyor, çadırımızı kaldırıyor ve gidiş saatimizi beklemeye koyuluyoruz. Dönüş yolunda Devrim abi rampa aşağı ve sürekli viraj halinde seyreden yolda aracı inanılmaz süratlı kullanıyor. Her virajda arka koltukta oradan oraya savrılıyoruz ve camdan gelen rüzgar sebebiyle yüz felci tehlikesi geçirerek yolculuğumuz sürdürüyoruz. Vücudumuz baya bir adrenalin salgılıyor ve yolculuk benim açımdan çok güzel geçiyor=) Manavgat’a indiğimizde saat 17:30 ve otobüsümüz gece 23:00’da. Manavgatta yapacak hiçbirşey olmadığından 50 km mesafedeki Alanya’ya gitmeye karar veriyoruz. Zaten otobüsümüz de Alanya’dan. Otogarda son derece komik bir şoförü olan minibüse biniyoruz. Gerçekten abartmıyorum şoför saatte 20 km/sat hız ile gidiyor yol boyu. 50 km yolu bu sebepten dolayı 2 saatte tamamlıyoruz. Devrim Abi’nin süratli arabasından inip, bu yavaş ötesi giden minibüse binmek adeta attan inip eşeğe binmek gibi bir şey. Alanya’da yemek yeme, sahilde dolaşma ve şezlongta müzik dinleme ile vakit öldürüyor ve dönüş otobüsümüze biniyoruz. Yorgunluktan genelde uyuyarak geçen yolculuk sonunda Ankara’ya varıyoruz. Burada Selin ile yollarımız ayrılıyor. O akşam saatlerinde doğu ekspresi ile Kars’a ben ise öğle saatlerinde Başkent Ekspresi ile İstanbul’a gidiyorum.


Yolculuktan akılda kalanlar, her tanıştığımız kişinin Uçansu’yu nereden bulduğumuzu sorması, Uçansu’ya gelen insan profilinin son derece mutaasıp ve yaşlı olması, Devrim Abi-Sibel Abla, Mustafa Abi, Alanya-Uçansu arasındaki minibüs yolcuğumuz oluyor.




Gidilmesi ve dönülmesi zor, bilinirliği az, son derece bakir ve bekli de Türkiye’nin en doğal şelalesi olan Uçansu’ya gitmenizi tavsiye ederim. Ancak bungolovlarda konaklama kişi başı 50 TL olduğundan çadırınızı yanınızda götürmenizi, soğuğa aldırmadan suya atlamanızı ve mevsim ne olursa olsun mutlaka yanınıza uzun giyecekler ile battaniye almanızı öneririm. Öperim.

9 Ağustos 2011 Salı

Şaşır! Şaşırmassan ölürsün!

''Ölmeden önce gezilecek 48 yer, bımbımbım için görülmesi gereken 70 yer'' tarzı kitap isimleri sizin kadar bana da itici geliyor. Ancak bu kitap sadece ''şaşırmak'' ibaresini kullandığı için bile okunası duruyor. İlginç özelliği ise gezgin yazar Başar Kurtbayram'ın binrota.com adresine yazdığı gezi yazılarından okurlar tarafından seçilen 55 tanesinin kullanılarak bu kitabın oluşturulması. En kısa zamanda almayı düşünüyorum. Gerçi böyle kitaplar insanı mutlu ettiği kadar, gidecek zamanı bulmanın zorluğu yüzünden de dudaklarını büzdürebiliyor. Herşeye rağmen şaşırmak ne de güzeldir, çok da güzeldir taam mı.

7 Ağustos 2011 Pazar

Biz Sokak Çocuklarıyız





















06.08.2011 Kadıköy Sokakları