28 Haziran 2011 Salı

Tabelaların Dili




Bu tabelaları takip ettiğinizde Fethiye - Kaş arasını yürümüş oluyorsunuz.

24 Haziran 2011 Cuma

Likya'nın öğrettikleri

Aslında öğretti demektense hatırlattı demek daha doğru olur gibime geldi başlığı attıktan sonra. Ama nedense değiştirmedim. Sonuçta dünyanın en öğretici 10 parkuru arasında gösteriliyor Likya Yolu.
Daha önce kendini doğaya atmamış bir insan olarak yolculuk öncesi çok heycanlıydım. Zaten bu heyecandan olsa gerek ilk gün yanlış yollara sapıp 10 saat sonunda kendimizi 1700 m yükseklikte bulduk. Yine o heyecandan olsa gerek akşam 22:00'de ancak kamp yerimize ulaşıp çadırımızı kurabildik.
Tüm insanlık için yazılmış bir yazgı var. Çoğu ailenin çocuğu bu yazgıya girdiğinde huzura erdiği, denenmiş ve onaylanmış bir yazgı. Doğ, ilköğretimi geç, liseyi bitir, üniversiteyi kazan, başarılı bir şekilde mezun ol, askere git (tabiki hemcinslerim için), iyi bir iş bul, düzenini oturt, ailene yakışır birisiyle evlen ve üzerine krema olarak çocuk yap.Bu denenmiş, çoğu kişiyi memnun etmiş standart bir yaşam süreci. Bu düzen için yaşayanlara ''neden?'' sorusunu sormayı kendimde hak bulmuyorum açıkcası. Ancak ya denenmemiş, veya az denenmiş, veya deneyip onaylanmamış bir yaşam istemek? Bu da bence çok garipsenmemeli. Bunun özü olarak heyecan duygusunu görüyorum ben. Aynı zamanda ''heyecan''ın en önemli ve kaybedilmemesi gerekli duygu olduğunu düşünüyorum. Heyecan duygusunu kaybetmek, kesin ve belirlenmiş bir hayatı yaşamakla eşdeğer geliyor bu bağlamda. Mesela ''geleceğini garanti altına almak'' sözü. Son derece kabuledilebilir ve mantıklı bir söz. Ancak bu okadar güzel ve mutluluk verici mi?
Likya Yolu'na (ve bunun gibi bir çok parkur ve dünyanın farklı bir çok noktasına) gitme isteği açıkcası 2007 yılında izlediğim İnto The Wild filminden sonra başladı. Aşırı etkilendiğim bir filmdir kendileri. Ancak o günden bugüne gerek doğru arkadaşları bulamamak, gerek en büyük rahatsızlığım olan üşengeçlik, gerekse de başka etkenlere tercih ettiğimden dolayı 2011 yılında ancak yapabildim. O da bir arkadaşımın dürtmesiyle, ''olum Likya Yolu'nu yürüyelim'' demesiyle oldu. Aslında 3-4 yıl önce ''oha süpermiş gitmeliyim buraya'' diye geçirmiştim içimden. Bir iki hayal ve plan kurmuş sonrasında unutmuş ve üşenmiştim. Hayatımın başka evrelerinde, başka olaylarına da bu refleksle karşılık veriyorum. Yani ''dürtülme'' ile. Bazı şeyleri ''dürtülmeden'' yapabilmeyi öğrenmem gerekiyor sanırım.
Doğanın insana neler öğrettiği konusunda ''atıp-tutma'' hakkını açıkcası kendimde bulmuyorum. Ancak nacizane fikirlerimi de paylaşmak istiyorum. Ya da sadece kayıtlara geçsin ileride dönüp bakayım diye yazıyorum.
Her yolculuğun en güzel tarafı sanırım birçok hikayeyi içerisinde barındırması. Yeni yerler görmek, yeni insanlarla tanışmak, her gece farklı bir yerde uyumak, diğer gün nerede olacağını bilmemek..Bunlar şehir yaşantısında bulamayacağınız şeyler. Bu yolculukta da bir çok olay yaşadık, birçok insanla tanıştık, birçok yer gördük, hergece farklı biryerde uyuduk, hersabah farklı bir yerde uyandık, bazı geceler gökyüzü odamızın tavanıydı, bazı geceler 20 kilometrekarelik bir alanda tek insan bizdik. Ancak bunları hala yazamadığımız (yine bir üşengeçlik hali) bloğumuzda anlatıcaz (inşallah!) yol arkadaşımla birlikte.
Yolculuğun en öğretici yönü anlık olaylara anlık tepkiler vermek ve beklenmedik sorunları pratik çözümlerle savuşturmak oldu. Misal yolculuğumuzun başında sorun olarak gördüğümüz bir çok noktayı yolculuğumuz ilerledikçe pratik çözümler bularak hallettik. Ancak yolculuğumuzun başlarında yapmadık bunu, yapamadık. Oyüzden yol bize bunu öğretti diyorum ben.
İnsanlarla çok iyi diyalog kurabilen bir adam değilimdir. Doğru cümleleri bulmakta ve kendimi doğru anlatmakta oldukça zorlanırım. Bir kurduğum cümleyi daha bitirmeden içimden ''ulan ne kadar kötü bir cümle, kurma bunu kurma'' diye geçiririm genelde. İşte yolun bana kattığı önemli noktalardan birisi de bu konu oldu. Yol boyunca sayısız köy ve beldeden geçtik, çok sayıda insanla tanışıp, muhabbet ettik. İnsanlarla çok kolay diyalog kurduğumu farkettim. Belki bunun nedeni oralarda yaşayan insanların ''şehirli cinliği''ne sahip olmaması ve çokca saf olmalarıdır. Bu da bir seçenek. Ayrıca bu insanlara kanınızın ısınmaması gerçekten çok zor. Şehirli kibirliliği, egosu, karşındaki ezme çabası, üstün görme durumu gibi şeylerden o kadar uzaklar ki. Ben de ailem ve arkadaşlarımca genelde saf bulunduğum için belki de tanıştığım tüm insanları kendime yakın hissettim ve onlardan ayrılmak istemedim. Hepsini çok sevdim. Mehmet Abi'yi ,Emine Teyze'yi, Sinan'ı, Ramazan Abi'yi, Osman Emmi'yi, İbrahim Abi'yi...(Bircan var bir de. O ayrı bir ihtisas konusu, atlıyorum şimdilik) Size öyle özenerek bakıyorlar ki. Ağzınızdan çıkıcak iki kelamı beklerken gözlerindeki ışıltıyı görüyorsunuz. Aslında onların özenecek bir hayat yaşadıkları ortada. Ama bizim gibi şehirde doğup büyümüş insanlar için bira ütopya kaçıyor. Aslında böyle olmamalı.
Yol arkadaşınızla birbirinize destek olmayı, birbirinize daha sıkı sarılmayı, daha büyük sırlarını öğrendiğinizi, zorlukların üstesinden geldiğinde gurur duyduğunuzu söylememe sanırım gerek yok. Yol arkadaşlığı böyle birşeydir zaten.
1 hafta da olsa, dünyanın çok daha bakir bölgeleri olsa da, vahşi bir doğa olmasa da doğada yaşamayı öğreniyorsunuz. Dünyada çok sayıda kişinin kullandığı ve Garanti'nin sponsorluğunu hakedecek! kadar şöhrete ulaşmış olsa bile sonuçta doğadasınız.
Doğanın, yolun insana kattığı en büyük haz özgürlük olsa gerek. Kendimizi başka nerde bu kadar özgür hissedebiliriz bilmiyorum. Doğada tek başınasınız ve bence tek olmak özgür olmaktır. Ailenin önemi, arkadaşların önemi, sevgilinin önemi bir yana tabi ki. Ancak bunlar bile bir bağlanma, bir sorumluluk duygusu gerektiriyor insana. Bu da ister istemez sizi ve özgürlüğünüzü kısıtlıyor. İşte doğada, yolda tüm bunlardan uzak olmak, tek başına olmak müthiş bir duygu. Bunu geç tatmış olmak da büyük bir suç kendi adıma.
Kısacası pratik çözümler üretmeyi, anlık olaylara kontra tepkiler vermeyi, doğada yaşamayı (kısmen olsa da), insanlarla daha kolay diyalog kurmayı, odaklanmayı ve bir amaç uğruna yola çıkmayı, beklenmedik olaylar karşısında ''küstüm oynamıyorum'' dememeyi, tam tersine olayların üstüne gidip çözmeyi öğretti bu yolculuk bana. Ayrıca görmediğim şahane yerleri görme, şahane insanlarla tanışma, şahane yerlerde uyanma fırsatlarını sundu.
Kendimle bir iç hesaplaşma da yaşadığım bu yolculuğu verimli geçirdiğime inanıyorum. Daha naif bir adam olabileceğimi ve saf olmanın okadar da kötü birşey olmadığını öğrendim. Ankara'yı, Eskişehir'i, İstanbul'u, ailemi, arkadaşlarımı, sevgililerimi, hayatımı, çalıştığım işi, kedimi, evimi, yapmak istediklerimi, yapmam gerekenleri düşündüm.
Sonra döndüm. İstanbul'un büyük bir kaos ortamı olduğunu bilmeyen yok. Oralardan bu kaosa dönmek gerçekten ürkütücü. Sonra arkadaşlarımla görüştüm. İşe gittim. Evi temizledim. Yine işe gittim. Eve dönüm. Sonra yine işe gittim. Sonra yine eve döndüm. Sinemaya gittim. İçki içtim. Partilere gittim. Eski ve yeni arkadaşlarımla yine görüştüm. Bazı şeyler kafamı o kadar kurcalıyor ki. En çok da insanların günlük değişimleri. Mesela neler oluıyor da birgün önce öyleyken birgün sonra böyle oluyor. Bunu nasıl başarıyorlar? Ama artık eskisi gibi insanların değişimlerine üzülen ve kafayı takan bir adam değilim. Sadece şaşırıyorum. Şaşırdıkça da geçirdiğim 1 hafta gibi geçmesini istiyorum herzaman hayatımın. Gün içindeki tek derdimin yemek bulmak, akşam da güzel bir kamp yeri bulmak olacağı bir hayata dönmek istiyorum. Saf ve ego yoksunu insanlarla tanışmak, muhabbet etmek, yollarda ayakkabılarımın altının erimesini istiyorum. Upuzun sakal istiyorum, az insan istiyorum, 1 Nolu Sokak'ı istiyorum. Cate Clow'un ''rakım azaldıkça insanlık da azalıyor'' sözü geliyor aklıma. Büyük insansın Cate diyorum. Senin canını yerim.