27 Kasım 2012 Salı

Marseille Away

Bu deplasman çoğu Fenerbahçe'li gibi bizim için de grup kuraları çekildiğinde ve fikstür tam anlamıyla ortaya çıktığında başlamıştı aslında. Tüm tribün fikstür belirlendikten sonra ağız birliği etmiş gibi Marsilya deplasmanına bilenmişti. Kendi adımıza maça 2 ay kala Marsilya'da kalacak yer bakmaya ve vize evraklarını toplamaya başlamıştık. En büyük hayalimizde gitmeye yeltenen tüm arkadaşlarımızla birlikte orada olmaktı. Takdir edersiniz ki vize ve maddi konular büyük problem. Bu sebeple hiçbir arkadaşımızı geride bırakmak istemiyorduk. 1 ay öncesinde kalacak yerimiz ve uçak biletlerimiz hazırdı. Vize ve maç biletleri önümüzdeki tek engeldi. Sonunda 1-2 arkadaşımız haricinde hepimiz vizeleri çeşitli avrupa ülkerinden aldık, maç biletlerini edindik ve heyecanla 22 kasımı beklemeye başladık. Vizede, maddi konularda ve izin konusunda sorun yaşayan arkadaşlarımız için üzülsek de bir daha ki Avrupa deplasmanlarında daha kalabalık olma umuduyla yola koyulduk.

Vamos Bien olarak ilk tayfa maçtan birgün önce Lyon'a uçtu. Biz ise perşembe sabahı direkt Marsilya'ya uçacaktık. 21 kasım günü ilk giden tayfanın fotoğraf paylaşımları bizi iyice heyecanlandırdı. Okul Açık olarak herkes aynı uçakla Lyon'a uçmuştu. Okul açık kardeşliğini binlerce km uzakta görmek ve hissetmek çok güzel bir duyguydu.

1 hafta öncesinde bir arkadaşımızın evinde buluşarak deplasman için ilk boyaları beze vurmaya başladık. Kafamızda 2 adet pankart vardı ve bunları 2 gece sabahlayarak bitirdik. 21 kasım çarşamba günü Marsilya'ya gidecek Vamos Bien ikinci tayfa olarak bir arkadaşımızın evinde iş çıkışı toplandık ve uçuş saatimizi beklemeye başladık. Uçağımız 22 kasım sabahı 7:45'te Sabiha Gökçen'den kalkıyordu. Heyecandan kimimiz uyuyamadı, kimimiz birkaç saat uykuya daldı ve sabaha karşı 5 civarı önce hava alanına, oradan da Marsilya'ya yolculuğumuz başladı.

Uçağın, tahmin edildiği üzere, %90 Fenerbahçe taraftarıydı. Marsilya'ya yaklaştıkça heyecan artıyordu. Uçak yavaş yavaş bulutların arasından sıyrılıp alçak mertebede seyrini sürdürdüğü sırada aşağıda gördüğümüz her kara parçasını Marsilya sanıp, Velodrome stadını bulmaya çalışıyorduk:) Pek başarılı olduğumuz söylenemez çünkü stadı göremedik.

Marsilya'ya vardığımızda gümrükten sorunsuz geçtik. Yalnız hava alanının son derece bakımsız ve özensiz bir yer olduğunu söylemekte fayda var. Adamlar yere seramik bile döşememişler, şap betonun üzerinde yürüyerek ve küçük bir check-in alanını geçtikten sonra Marsilya'ya tam anlamıyla ayak bastık. İlk işimiz pankartlarımızla hava alanının önünde fotoğraf çektirmek oldu. Artık Kadıköy Ruhu tam anlamıyla Marsilya'daydı!



Bir otobüs bulup şehir merkezine ulaştık. İlk amacımız kiraladığımız eve yerleşip, maç kıyafetlerimizi giyip yemek yemekti. Akabinde de 2 civarı Vamos Bien'in Marsilya'ya Lyon'dan ulaşan tayfayla buluşup, maç öncesi toplanma yerine gitmekti. Otobüsten şehir merkezine yakın bir yerde indiğimizde hemen etrafı stickerlarla donatmaya başladık. Tabi ki bizden önce Marsilya'ya ulaşan Unifeb ve 1907 Gençlik stickerlarını görüp, yanlarına iliştirdik stickerlarımızı. Otobüs durağından kiraladığımız eve yaklaşık 10 dakikalık yürüme mesafesi vardı. Burayı yürürken şehirden aldığımız ilk izlenim buranın ''pis'' ve ''çirkin'' bir şehir olması ama aynı zamanda ''özel bir havasının'' olmasıydı. Avrupa'da çoğu liman şehrinin çok fazla sayıda göçmen barındırdığı ve uzun yıllardır bir yaşanmışlığa sahip olduğu düşünülürse böyle olması da normaldi. Kum rengi ,yıkık dökük harabe binalar, binalar üzerinde grafiti ve yazılamalar her yerde göze çarpıyordu. Ayrıca şehrin çok da ''tekin'' olmadığı anlaşılıyordu. Kiraladığımız evin yer aldığı caddeye geldiğimizde burayı Tarlabaşı'na benzettik:)Varın gerisini siz düşünün. Ayrıca evin çevresinde birçok ticarethane Arapların elindeydi. Her yerde Arap müziklerini duyuyorduk.

Kiraladığımız evin bulunduğu binanın kocaman, son derece ağır, bu sebeple de açmak için biraz efor sarfetmeniz gereken kapısını araladık ve eski-püskü binanın dar merdivenlerini tırmanarak en üst kata ulaştık. Evi uzun uzun anlatmicam, çünkü konumuz bu değil ancak muhteşem bir ev olduğunu söylemeden de edemeyeceğim. Mimar ev sahibimiz Benjamin'in her şeyi kendi eliyle yaptığı, yüksek tavanlı, asma katlı, deniz manzarası bulunan, tavanında ise 6 kişinin yatabileceği hamağın bulunduğu son derece konsept rengarenk bir evdi.

Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra atkılarımızı ve kapşonlarımızı takıp şehir merkezine doğru yürümeye başladık. Bu arada gördüğümüz ilk büfede ''halal burger'' yedik. Şehir merkezi biraz daha modern idi. Yolun ortasından geçen tramvay, dönme dolap, tursitik mağazalar ve eski liman dedikleri bölge. Eski limana vardığımızda her tarafın sarı-laci olduğunu gördük. Mekanlarda alkol tüketen Fenerbahçelilerle selamlaşırken Vamos Bien diğer tafyayı gördük. Kucaklaşmalar ve izlenimlerin paylaşılmasından sonra bira içmeye ve toplanma yerine gitmek için vakit öldürmeye başladık. Bu sırada Gfb Europe yaklaşık 10 otobüsle önümüzde geçti.





Eski limandan, buluşma yeri olan plaja yürümeye başladığımızda aslında en fazla yarım saat yürüyeceğimizi düşünüyorduk. Ama inanın o yol bitmedi. Yaklaşık 1,5 saat yürüdük ve İzmir Kordon'a çok benzeyen toplanma yerine ulaştık. Tüm gruplar buradaydı. Meşaleler yandı, tezahüratlar başladı ve havanın kararması beklendi. Saat 6 civarı toplanma noktasından yürüyüşe başladı kortej. Polis plajın bitiminde ana yolun kenarında trafiği kesmiş bizi bekliyordu. Meşaleler yandı, Marsilya yandı ve yürüyüş başladı. Sanırım 1 saat civarı yürüdük stada kadar. Yol üzerinde polisle veya Marsilya taraftarıyla herhangi bir olay çıkmadı. Çünkü hiç Marsilya taraftarı göremedik. Sadece olan park halindeki arabalara oldu:)

                                      




Stadın çevresine geldiğimizde ilk önce polisin bilet kontrolü yaptığı bir noktaya geldik. Buradan en önlerde geçtikten sonra arkada arbede çıktı. Polis ile ufak süreli bir tartışma yaşandı. Polislerin hemen coplarını çektiğine ancak taraftara vurmadıklarına ve biber gazı kullanmadıklarına şahit olduk. Tabi ki bilet kontrolü tam anlamıyla yapılamadı. Deplasmana gelen Fener tribünü yine dişini gösterdi.


Bilet kontrolünün ardından kapalı spor salonu gibi bir alanda üst araması başladı. Bu sırada Marsilya spor büro da oradaydı. Mavi eşortmanlı, saydam gözlüklü, ağzında sakız olan atletik abiler. Üst arama sırasında da arbede çıktı. Polislerden tartaklananlar oldu. Ayrıca uzakta olduğumdan tam anlayamadığım bu mavi eşortmanlı abilerle Fener taraftarı arasında da 10-15 dakika süren bir arbede çıktı. Polislerin kaba etimize, üreme organımıza kadar yaptıkları arama sonucunda içeri girdik. Neden meşale yanmadı içeride? derseniz cevabım budur. Adamlar bir kişiyi 5 dakika aradılar. Pankart kontrolleri de bu noktada oldu ve içeri girdik. Stad dev bir şantiye alanı gibiydi. Deplasman tribünü için ayrılmış kısım maraton tribünün sağ köşesi, Fanatics ve Yankee gruplarının bulunduğu kale arkasının hemen yanıydı. Maratonun diğer bölümleri ise boştu ve arada kapılar ve teller ile sınır çizilmişti. Tabi ki Fener tribünü buraya sığmadı, taştı ve sonunda tüm kapılar açıldı, tüm maraton Fener tribünüydü! Maratonda yer alan tüm set el yapımı pankartlarla donatıldı. Pankartları asmada hiç bir sorun yaşamadık. Hatta asarken saha içine girdim daha rahat asabilmek için. Gördüğüm pankartlar arasında en iyileri GFB Europe'un MİYAGİSAN pankartı ve kendimiz yaptı diye söylemiyorum ama KADIKÖY SOUL idi:)




Maç öncesi South Winners ve Commandos Ultras'ın bulunduğu kale arkasında dalgalanan Yunan bayrağı ve Yunanca bir pankart bizim tribünleri harekete geçirdi. Neredeyse tüm tribün o kale arkasına koştu. Kırılan koltuklar karşı tarafa atılmaya başladı. Özel güvenlik görevliler oraya yığıldı ve Yunanistan bayrağı ve Yunanca pankart indirildi.

Ayrıca karşı tribünde (bizim stadı düşünürseniz Fenerium tribünü) hatırı sayılır sayıda Fenerbahçe taraftarı bulunmaktaydı. Bunun nedenini ben anlayamadım şahsen. Devre arasında önce Fanatics grubu kale arkasından bizim karşı tribünümüzde bulunan taraftarlarımıza doğru hareketlendi. Kapılar zorlandı, koltuklar havada uçuştu. Fener taraftarı da geri adım atmadı. Olaylar sonucunda mavi eşortmanlı abiler ve polis direkt oraya yığıldı. Tam oradaki olaylar yatıştı derken bu defa ters tarafta South Winners ve Commandos Ultras gruplarının bulunduğu kısım kapıları zorladı ve açmayı başardılar. O anlarda Fener tribünü ile Marsilya tribünü arasında gördüğüm kadarıyla sıcak temas yaşandı. Olaylar büyümeden mavi eşortmanlı abiler bu defa oraya koşarak olayları yatıştırdı. Aslında Marsilya tribünü kısa yoldan direkt bizim bulunduğumuz maraton tribününe saldırmaya çalışsa bence maç oynanmazdı:)Çünkü bizim tribündeki kitleyi yapılan bir saldırıda yatıştırabilecek polis teşkilatı tanımıyorum:)Fransızlar da bundan korkmuş olacak ki ikinci yarı başlarken tribünün önüne polis yığıldı. Biz alışkındık. Yine polisler tarafından ablukaya alınmıştık. Tek üzüldüğüm nokta polislerin pankartların  önünde durmalarıydı:)

İkinci yarıda karşı tribünde açılan pankart ve bayraklar yeniden olayların çıkmasına neden oldu. Bu sefer olay Fener taraftarı-Marsilya taraftarı arasında değil, politik sebeplerden dolayıydı. Olaylar yine yatıştırıldı ve maç sonu yaklaştı. Bekir'in şık golüyle galibiyeti aldık. Binlerce km ötede bir deplasmanda, Marsilya gibi bir takıma karşı hem de Velodrome gibi efsane bir stadda alınmış galibiyet gibisi yoktu!


Maç içinde Fener tribünü olarak verimli bir gün geçirmediğimizi söyleyebilirim. Bunun tabi birçok nedeni vardı. Öncelikle maraton tribünün geniş bir alana yayılması, iletişim sorunu ve 4 bir yanımızın açık olmasından dolayı sesin sahadan çok dışarıya gitmesi sayılabilir. Ayrıca uzun yürüyüşün ve yolculukların vermiş olduğu yorgunluk da cabası. Bir de tabi ki tezahüratların çok hızlı söylenmesi. Bir türlü yavaşlayamadı tribün! Doğru düzgün hep bir ağızdan söylenen tek tezahürat 88. dakikada ''napardım bilmem'' oldu.

Marsiya tribünün ise zayıfladığı ortada. Açıkcası tek bildiğim polisle ve yönetimle olan sorunları. Onun dışında neler yaşadıklarını ve neden bu kadar gerilediklerini bilmiyorum. Ancak South Winners ve Commandos Ultras'ın bulunduğu kale arkasındaki bayrakların ve pankartların şahane olduğun söyleyebilirim. Maç boyunca çoğunlukla karşılıklı tezahürat yaptı iki kale arkası. Sesleri hatırı sayılır şekilde duyuldu. Ayrıca maç öncesi kendi müziklerini yapan Bob Marley tayfaya da selam olsun. Bu tayfa maç içinde de bayraklarla ufak çaplı Jamaika bayrağı koreosu gerçekleştirdi.

Maç sonu ise 30-45 dakika bekletildikten sonra kapılar açıldı. Biz fotoğraf çektirirken çoğunluk gitmiş olacak ki dışarı çıktığımızda dönmeye hazırlanan GFB Europe otobüsleri dışında kimseyi görmedik. Polislerden metronun nerede olduğunu öğrenip yürümeye başladık. 10 kişiydik, ortam da Marsilya taraftarının bizi kesmesi için son derece müsaitti:)Ancak öyle birşey olmadı. Herkes evine dağılmıştı anlaşılan. Metronun kapalı olduğunu gördük. Otobüs de geçmiyordu ve taksi aramaya başladık. O sırada yoldan geçen bir otobüsü ''zorla'' durdurduk. Bindiğimizde şoför bizden para bile istemedi:)İçeride de muhtemelen mesaisi yeni bitmiş siyahi işçi bir abimiz vardı. Bu sırada Haluk abinin koştuğunu görüp ondan kaçan bir kaç tane Marsilya taraftarı oldu:) Akabinde Haluk abi otobüse atladı ve şoföre ''kapıları kapat yola devam'' dedi. Evet türkçe:) Yola çıkmışken çok ilerlemeden el eden Fenerliler gördük ve otobüsü yine durdukduk. Ultras Fener tayfasıydı. Onların da katılımıyla merkeze doğru tezahüratlar eşliğinde gitmeye başladık. O sırada inmek üzere olan siyahi abimiz tezahüratlara katılmaya çalışınca Ultras Fener atkısını boynunda hediye olarak buldu. En güzeLi ise indikten sonra otobüse dönerek atkıyı öpmesiydi!

Maçtan sonraki gün çok yorulmuş olacağız ki geç uyandık. Uyandığımızda Vamos Bien'in otelde kalan tayfasının telefonuyla adliyenin yolunu tuttuk. Maç günü arama sırasında meşale ile yakalanan bir arkadaşımız mahkemeye çıkmıştı. Biz vardığımızda mahkeme bitmiş sonucu bekleniyordu. Sonunda arkadaşımız içeriden çıktı. Cezası ise 2 yıl Fransa'da maçlara giremeyecek olmasıydı. Sanırım Fener tribünün kaderi bu. Marsilya'da bile adliye önünde EBOÇ diye bağırdık:)

Diğer 2 günümüzde Marsilya'da turist olduk. Bu izlenimlerden kısaca bahsedicek olursam; Marsilya hiç turistik bir şehir değil. Kimse İngilizce bilmiyor. Gece hayatı yazıyla ve rakamla SIFIR!Hava karardıktan sonra sokaklar bomboş. Yemek olarak sadece deniz ürünleri yenilebilir. Onların da şahane olduğu söylenemez. 4 gün aç kalmasak da hiç güzel yemekler yiyemedik.

Artık önümüzde grupların ardından gelecek takımla şubat ayında oynanacak deplasman var. Umarım oraya daha kalabalık gidebiliriz ve umarım yolun sonu Amsterdam'a kadar gider!Vamos Fener, Vamos Ultras, Vamos Bien!

31 Aralık 2011 Cumartesi

I löaf Edinbrah (I love Edinburgh)

  Aslında gezip gördüğü yerleri yazmakta son derece üşengeç bir adamım.(Bakınız: Likya Yolu, Brighton, Londra) Ama gittiğim bu küçük kuzey Britanya kenti o kadar etkileyiciydi ki yazmadan edemedim. Hatta dün şehri gezerken neredeyse internet cafe görsem içeri girip yazmaya başlayacaktım. Çünkü mutlaka gördüklerimi birilerine anlatmam, paylaşmam lazımdı. Şuan eve yeni girmiş, yaklaşık 40 saattir uyumamış, 17 saat sokaklarda sürtmüş olsam da, uyumadan önce bloğu yazmaya koyulmamın sebebi de budur.Tek başına çantanı takıp biryerlere gitmeyi seven bir adamım ama, bazen öyle etkileyici şeyler görüyorsunuz ki, bunu karşı tarafa nasıl aksettiricem korkusu sarıyor bünyeyi, keşke arkadaşlarım da yanımda olsaydı diyorsunuz. Derin duygular besliyorum Edinburgh'a karşı, yazı abartı gelebilir, okumadan uyarmalıyım sanırım. Elimden geldiğince abartmamaya çalışacağım:)
  Londra-Edinburgh arasını uçak, otobüs veya trenle katedebilirsiniz. Ben hem vaktimin bolluğu, hem de maddi sebeplerden dolayı otobüsü tercih ettim. Ayrıca otobüsü tercih ederseniz adayı neredeyse baştan sona geçmiş oluyor ve birçok yer görüyorsunuz. Tabi trende de bu mümkün ama otobüse göre biraz daha pahallı. Ben megabus firmasından gidiş dönüş 60 pounda aldım biletimi. Diğer bir otobüs firması national express'te 75 pound, trende ise 120 pound'a denk geliyordu biletler. Ancak cristmass tatili zamanında olmasından dolayı fiyatlar normale göre biraz daha pahallı onu da belirtmem gerekiyor. Tabi ki otobüste konfor aramayın. Türkiye'deki gibi muavin veya içi geniş araçlar yok. Hatta koltuğun arkasında lastikli, file şeklinde, arasına birşeyler sıkıştırdığımız şey bile yok. Onun büyük önemi olduğunu anladım bu yolculuk sırasında. Değerini bilelim. Otobüsün içi çok dar ve bilet aldığınızda numara felan yok, boş bulduğunuz yere oturuyorsunuz. Ben gidiş ve dönüşte sırasıyla koreli ve taylandlı iki çekik gözlü ablayla yaptım yolcuğumu. Otobüsün rotası şu şekilde: London-Sheffield-Wakefield-Scotch Corner-Newcastle-Edinburgh...Otobüsle de gitseniz, trenle de gitseniz şehir merkezinde iniyorsunuz. Bu da Edinburgh'un başka bir güzel tarafı. 29.12.2011 tarihinde gece 23:00'te yolculuğuma başlıyorum ve sabah 7:30'da Edinburgh'a ulaşıyorum.
  Edinburgh'a ilk ulaştığımda hava karanlık, 9:00'da aydınlanıyor. Terminalden ilk çıktığımda sabah işe giden insan kalabalığı beklerken, inanılmaz bir sessizlik, huzur, karanlık gotik binalar ve nefis kokular karşılıyor sizi. Nefis kokuların kaynağı şehirde çok yerde rastlayabileceğiniz kurabiye ve viski shoplar. Bir anda kendimi babanemin şehrin kırsal kesiminde bulunan evine gelmiş gibi hissediyorum. Çünkü huzur ve sessizlik ile kurabiye kokuları var. Bunu yalnızca babaanne evinde bulabilirsiniz:) Ayrıca diyorsunuz ki ''adamlar kasabayı başkent yapmış yahu''. Evet burası bildiğiniz bir kasaba gibi.
  İndiğimde hava çok soğuktu. Gerçi Edinburgh'ta hava herzaman soğukmuş. Ayrıca dediğim gibi karanlıktı. Karanlık ve soğuğa aldırış etmeden yürümeye başlıyorum. Haritam da yok. Gezerek, yürüyerek öğrenmek ve keşfetmek daha cazip gelmiştir bana her zaman. Geniş caddelerden ve en az 500-600 senelik binaların arasından yürürken o meşhur Edinburgh Kalesini görüyorum tepelerde. Bu anda Edinburgh'a sabahın köründe inmiş olmanın faydasını görüyor ve aşağıdaki doğmakta olan güneşin nefis manzaraları fotoğraflayabiliyorum.



  Eğer benim gibi otobüsü tercih ederseniz St. Andrew Meydanı'nda iniyorsunuz otobüsten. Ben terminalden çıkar çıkmaz dümdüz yürümeye başladım biryere sapmadan, herzaman yaptığım gibi. Hemen hemen her ada şehrindeki gibi meydanda yine protesto çadırlarında uyuyan insanları gördüm: Bakınız: Occupy Edinburgh. Meydanı geçtiğinizde ulaştığınız geniş cadde George Caddesi. Bu cadde genelde iş merkezler ve ofislerin bulunduğu bir cadde. İş merkezi ve ofis dediysem öyle yüksek katlı, modern binalar algılamayın. En fazla 3-4 katlı, çok eski taş binalar. Edinburgh şehrinin kalbi ise bu caddenin güneyinde hemen 5 dakika yürüme mesafesinde atmakta. George Caddesi'nden sola dönerek aşşağı doğru inmeye başladığınızda karşınıza tüm heybetiyle ve müthiş görüntüsüyle tepede yer alan Edinburgh Kalesi çıkıyor. Zaten şehirin ortasını bir tepe olarak düşünürseniz, tepede kale yer almakta ve kalenin sağından ve solundan aşağıya doğru şehir dökülmekte. İşte bu yüzden kalenin manzarasının mükemmel olduğu ve tüm şehre hakim olduğu söyleniyor. 

  Kaleyi görüp yürümeye devam ederek Princess Street'e ulaşıyorum. Bu cadde Edinburgh'un en işlek caddesi. Envai çeşit hediye eşya dükkanı, alışveriş merkezi ve bilindik mağazaları (levis, m&s, foot&locker v.b.) bu caddede bulabilirsiniz. Çok uzun ve geniş bir cadde. Gittiğim tarihte trafiğe kapalıydı. Ayrıca caddenin ortasından demiryolu geçmekte. Tahminimce buradan İstiklal Caddesi'ndeki benzer nostaljik bir tramvay geçiyor. Ancak dediğim gibi benim gittiğim gün trafiğe kapalıydı cadde. Sağ tarafınızda kale, sol tarafınızda mağazalar yürürken sağ taraftaki Princess Gardens'ı görüyorsunuz bu sefer. Vadi şeklinde biraz derinde yer alıyor bu güzel bahçeler ve Princess Street ile Kaleyi birleştiriyor. Ben gezerken bu bahçelerin bir kısmına girilemiyordu çünkü dev bir sahne kurma çalışması vardı. Sanırım yeni yıl kutlamaları için. Ayrıca bu bahçelerin devamında Edinburgh Tren Garı'nı ve lunaparkı görüyorsunuz. Artık buna şaşırmıyorum. Gezdiğim her ada kentinin şehir merkezinde mutlaka lunapark var. Özellikle dönme dolap adalılar için çok önemli:) Dönme dolabın hemen arkasında da şehrin önemli gotik yapılarından Sir Walter Scott adına inşa edilmiş The Scott Monument'i görebilirsiniz. (The Scott Monument'e giriş 3 pound) Fotoğraflar George Street ve Princess Street'ten: 










  Princess Street'in bitiminden sol tarafa devam eden Lothian Road'a döndüm. Biraz ilerledikten sonra şehir merkezinden uzaklaştığımı hissettim. Ama geri dönmedim. Gittiğim şehirlerde şehir merkezinden harici yerleri de gezmeye çalışıyorum çünkü elimden geldiğince. Mutlaka görülecek ve keşfedilecek yerler bulunuyor. Nitekim yaklaşık 30 dakika yürüdükten sonra muhteşem gotik bir yapıyla daha karşılaştım: Barclay Church of Scotland. Kapalı olduğu için içerisine giremesem de dıştan görmek bile yetiyor o ihtişamı anlamak için. Kilisenin arkasında ise gözünüzün alabildiğince yemyeşil bir park bulunuyor. Gerçekten çimlere uzanıp saatlerce gökyüzüne bakmak isteyeceğiniz bir park. Ancak hava kararmadan şehrin heryerini görmem lazım (hava 15:30'da kararıyor), birkaç fotoğraf çekip yola devam ediyorum. Buyurun fotoğraflar: 





  Bu güzel kilise ve parkı gördükten sonra geldiğim yoldan geri dönerek tekrar Princess Street'e ulaşıyorum ve oradan da kaleye doğru çıkmaya başlıyorum. Yaklaşık 15 dakikalık bir tırmanışın sonunda kaleye ulaşıyorsunuz. Ayrıca tırmanış sırasında Univercity of Edinburgh'un da önünden geçiyorsunuz. Gerçekten muhteşem bir yapı ve üniversite. Eğitimin de son derece kaliteli olduğu ve dünyanın sayılı üniversiteleri arasında olduğunu zaten duymuştum. Kalenin içerisine giriş 11 pound. İnternetten araştırdığım kadarıyla içerisinde pek de güzel olmayan 2-3 müze dışında pek de birşey bulunmadığını sadece manzarasının muhteşem olduğunu öğreniyorum. Ancak bu manzara, hatta daha da iyisi için para vermeden ulaşabileceğim şehrin en yüksek noktası olan Arthur's Seat'i tercih ediyorum onu da az sonra anlatacağım. Yani kalenin içerisine girmiyorum. Tabi buna etken sebeplerden birisi de sadece 40 pound gibi oldukça kısıtlı bir bütçeyle buraya gelmiş olmam. Benim gibi bir bütçeyle gelirseniz ister istemez bazı şeylerden ödün vermek zorundasınız. Ancak kalenin giriş kapsınından önce çok geniş bir avlusu bulunmakta ve buradan da manzara şehrin her iki tarafı için de gayet nefis bir şekilde görülmekte. Bunlar da Univercity of Edinburgh ile o meşhur Edinburgh Kalesi ve manzarası: 











  Kalenin hemen çıkışında İskoçların Royal Mile dedikleri ve 3 caddenin birleşiminden (Castle Street, High Street ve Canongate) oluşan arnavut kaldırımlı yola ulaşıyorsunuz. Royal Mile Castle Street ile başlıyor ve hemen sol tarafta geleneksel İskoç kıyafetleri ve materyalleri satan shop, onun devamında Camera Obsurca ve onun da hemen karşısında The Scotch Whisky Experince bulunuyor. Önce shopu geziyorum. Fiyatlar çok daha pahallı değil ama yukarıda bahsetmiştim sınırlı bir bütçe ile buradayım. Ama yine de 1 adet Edinburgh tişörtü ile arkadaşım için Soctland beresi alıyorum. Sonra devamındaki Camera Obsurca'ya giriyorum. Giriş öğrenci için 7.95 pound, tam ise 9.95 pound. ''Kaleye girmedim, bari buraya gireyim'' diyerekten içeri dalıyorum ve beni önce eğlenceli aynalar devamında da küçük icatlar karşılıyor. Camera Obsurca genel itibariyle çocuklara hitap etse de benim gibi hala büyüyememiş bir adamsanız mutlaka girmelisiniz. İçerisindeki shopunda küçük hileler ve sihirbazlıklar öğrenebileceğiniz ''magic book'' lar ve envai çeşit şekerleme satılıyor. Gerçekten magic book'ları görünce kafayı yedim ama biraz pahallıydı kendileri. Ayrıca Camera Obsurca'nın terasından da muhteşem Edinburgh manzarasın görüp, kocaman büyüteç ile bu manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Camera Obsurca'dan çıkışta hemen karşıdaki The Whisky Experinence'ye giriyorum. İçeride mis gibi kurabiye ve viski kokuları karşılıyor sizi. Cebimdeki son parayla buradan bir şişe viski almamak için kendimi çok zor zaptediyorum. Çünkü 200-300 pounda alabileceğiniz gibi, 15-20 pound civarında da edinebeleceğiniz çok güzel viskiler var burada. Neyse bir dahaki sefere işallah diyerek buradan da çıkıyorum. Ve çıkar çıkmaz yolun karşısında William Wallace'u görüyorum:) Evet turistlerin fotoğraf çekilmesi için ve birkaç hareket yaparak para kazanabilmek için Wallace kılığına girmiş bir abimiz. Onu görünce Breave Hart filminden çok etkilenmiş biri olarak İskoçya'nın başkentinde neden Wallece ile alakalı daha çok heykel, müze v.b. yok diye aklımdan geçiyor. Sonra düşünüyorum Wallace başka köylü, bu köyden değil. Ama yine de ülkenin başkenti olmasından dolayı Wallace hakkında birşeyler bulmayı umarak gelmiştim, yanılmışım. Sanırım kalenin içerisindeki ufak bir müze varmış Wallace ile alakalı. Öhöm neyse. Fotoğraflar Camera Obsurca, The Whisky Experinence ve William Wallace abimizden: 






  Castle Street'in ardından Royal Mile üzerinden devam ederken High Street'e ulaşıyorsunuz. High Street, Princes Street ve Grassmarket ile birlikte şehrin en yoğun 3 caddesinden birisi. Cadde boyunca sağlı sollu cafeler, restaurantlar, viski shoplar, publar ve alışveriş mağazaları bulunmakta. Şehrin bu kısmı (kale civarı) Historic Edinburgh veya Old Town olarak adlandırılmakta. Çünkü tarihini en ufak bir köşesine dokunmadan korumuş bir bölge. Binalar, arnavut kaldırımlı yollar, merdivenler, heykeller...sanki ortaçağdan kalma bir kasabada dolanıyor gibi hissediyorsunuz. Tavsiyem kale civarında ve High Street üzerinde girebildiğiniz her ara sokağa, çıkmaz sokağa girin, gördüğünüz her merdivenden aşşağıya doğru inin, o tarihi dokuyu sonuna kadar hissedeceğinize eminim. Neredeyse ''nerede benim kılıcım, atımı getir yaver'' diyesi geliyor insanın. High Street üzerinde başta Adam Smith abimiz olmak üzere birçok heykel bulunmaktta. (Bir de heykellerin başına trafik dubası geçiren neşeli bir İskoç gençliği varmış geceleri, onu da öğrenmiş oldum) Ayrıca High Street üzerinde The Museum of Edinburgh, Architecture and Design Museum, The People's Story müzelerini gezdim. Hepsinin girişinin bedava olduğunu belirtmekte yarar var=) Cadde üzerinde daha birçok müze bulunmakta ama ben ilgimi çeken bu üç müzeyi gezdim çünkü kısıtlı zamana sahiptim. High Street'in devamında da Canongate ulaşıyorsunuz. Canongate üzerinde görecek pekbir şey yok derken son anda karşısınıza modern bir yapı çıkıyor. Mimarisi oldukça güzel ve karmaşık olan bu yapıyı belki dünyanın başka biryerinde görseniz şaşırmassınız ama Edinburgh'da görünce açıkcası ben çok şaşırdım. Çünkü 400-500 yıllık binaların arasında,  adeta ortaçağda dolaşıyormuş gibi sırıta sırıta gezerken birden karşınıza çıkan bu modern yapı ''hop bilader 2012 oldu, ne ortaçağı'' diyor suratınıza. Bu bina ne diye sorarsanız da İskoç Parlamento Binası. Ne de olsa burası başkent öyle değil mi? Fotoğraflar High Street ve Canongate: 






  Canongate'in bitiminde Kaleden başlayan Royal Mile'in de sonuna gelmiş oluyorsunuz ve sizi Holyrood Parkı ve Palace of Holyroodhouse karşılıyor. Holyrood parkına geliş sebebim yukarıda da bahsettiğim Arthur's Seat'e tırmanmak. Burası Edinburgh'un en yüksek noktası ve tüm şehre hakim bir manzarasının bulunduğunu okumuştum. Ancak görebileceğimi sanmıyorum çünkü hava sisli ve ufak ufak yağmur atıştırmaya başladı. Holyrood parkı şehrin göbeğinde bulunmasına rağmen sanki İstanbul Taksim'den arabaya atlayıp 3 saat yolculuk ettikten sonra kırsal kesimde bir ufak dağa veya tepeye gelmiş hissi veriyor. Ancak buraya merkezden sadece 15-20 dakika yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Holyrood parkı inişli çıkışlı bir çok tepeden oluşuyor ve zirve noktası da zamanında Kral Arthur'un savaşları yönettiği nokta olan Arthur's Seat. Buraya ulaşmanız için yaklaşık 35-40 dakika tırmanmanız gerekiyor. Geniş çim alanlardan oluşan tepelerden tırmanıyorsunuz, zaman zaman da taşlardan oluşan merdivenler size yardım ediyor. Ancak ben çıkmaya başlarken atıştıran yağmur yolun yarısında şiddetleniyor ve yükseldikçe fırtınaya dönüşüyor ama pes etmiyorum. Buraya kadar gelmişken buraya tırmanmadan dönmem. Ancak eğer yağmur şiddetliyse çıkmanızı kesinlikle tavsiye etmem. Benim yaptığımı yapmayın derim. Ha iyi ki çıkmışım dedim ama hiç akıl karı bir iş değil. Sırılsıklam oldum, 2-3 defa ciddi düşme tehlikesi atlattım. Bunlara değer diyorsanız siz de benim gibi çıkın tabi, durduracak değilim:) Zirveye ulaştığımda gerçekten manzara sisli havaya, yağmura ve fırtınaya rağmen enfesti. Bunu anlatmak gerçekten çok zor. Gidip görülmesi gerekiyor mutlaka. Ayrıca tımanırken kendinizi William Wallace gibi hissedebilirsiniz, hayal gücünüz benimki gibiyse:) ''Hanım mavi boyalarımı getir''. Buyurun fotoğraflar: Palace of Holyroodhouse, Holyrood Parkı ve Arthur's Seat. (Ayrıca fotoğraflarda zirveye ulaşmak üzere olan bir çocuk görüceksiniz. Oraya vardığında annesi aşağıdaydı ve ''i won'' diye bağırdı. Aklıma çoğumuzun sahip olduğu anne-baba profili geldi. 5-6 yaşlarında yağmur ve furtına altında oraya tırmanmak:)Eminim bizimkiler ve çoğunluk ''çocuk başına sen dur, nereye, gidemezsin'' derlerdi) Ayrıca fırtına ve yağmur sebebiyle fotoğrafla çok verimli olmadı,mazur görün.














  Bu arada Britanya şehirlerinin hepsinde olduğu gibi Edinburgh'da tam bir müze cenneti. Londra'da bulunan National Museum'un Edinburgh ayağına bedava girebiliyorsunuz. Ayrıca yukarıda bahsettiğim gibi Royal Mile üzerinde bir çok müze bulunmakta. Bunlara ek olarak universitenin yakınında Edinburgh Art Centre'ı da gezmenizi tavsiye ederim. 
  Edinburgh'un ayrıca korku şehri olduğunu gitmeden araştırmalarımda öğrenmiştim. Her akşam 7'de korku turları düzenleniyor. Çünkü hava karardığında gerçekten Edinbugh ürkütücü bir hal alıyor. Gerçi dün ben oradayken hiç de öyle değildi, bu yüzden de katılmayı düşündüğüm korku turuna katılmadım. Çünkü bir kutlamaya denk gelmiştim Edinburgh'da, az sonra bunu da anlatacağım. Yine de katılmak isterseniz aklınızda bulunması açısından korku turları 10 pound, eğer öğrenci iseniz 8 pound.
  Arthur's Seat dönüşü soluğu ısınmak ve kurumak adına bir kahve shop'ta almayı umarak hızlı adımlarla Royal Mile'e geri döndüm. Bu sırada ''İskoçya'ya gelip Scotch Viski içmeden döndü dedirtmem'' diyerekten bir whisky shop'a daldım. Maddi durumum el vermediğinden ufak 5 cl., bir bakıma tadımlık ve bu soğukta içimi ısıtması açısından bir viski ararken tavsiye üzerine LAPHROAIG isimli Scotch viskiyi 4.95 pound karşılığında aldım. İçmeye kıyamasam da ufak yudumlarla ısınmak için içmeye başladım. Devamında bir kahve shoptan latte alarak içerisine bir iki damla damlattım. Tavsiye ederim, özellikle soğuk havada. Fotoğraflar viskiyi satın aldığım shop, kahve ve viski: 



  Arthur's Seat'ten dönüşte viskimle beraber Princess Street'e geri dönmüş dolaşırken, havanın kararmasından dolayı o güzel ışıklandırmalar altında tatlı tatlı sıratıyordum ne yalan söyleyeyim. Ayrıca dev hoparlörlerden devamlı gayda sesi dinlemek ayrı bir keyifliydi. Bu arada gün boyu şehirde elinde sopaya benzer bir cisim taşıyan hatırı sayılır sayıda insan gördüğümü de belirtmeliyim. İşte böyle mutluluktan aval aval dolanırken High Street üzerinde trafiğin kapatıldığını ve bir kalabalığın beklediğini gördüm. Daha sonra gayda sesini duyarak kalabalığın içine karıştım. ''Ulan hiç etekli abi göremeyecekmiyim'' derken geleneksel İskoç kıyafetlerini giymiş bir topluluğun gayda konseri verdiğini ve geleneksel danslarını yaptığını gördüm. Büyük bir keyifle bunu izlerken topluluk kortej eşliğinde yürümeyye başladı ve bu sefer de geleneksel İskoç Şövalyesi'ni giymiş askerlerin olduğu yere gelindi. Konser devam ederken askerler hep birlikte kocaman meşaleleri yaktılar. Daha sonra halk da elindeki meşaleleri yakmaya başladı. O anda anladım ki taşıdıkları sopa değil, bir çeşit meşale imiş. Bir anda onbinlerce meşale aynı anda yandı. Şehri kocaman bir duman bulutu ve meşale kokusu kapladı. Küçükken kibrit kokusuna bayılan, büyüyünce stadda meşale kokusuna bayılan bir adam olarak aşırı keyiflendim. Sonra en önde Şövalyeler, arkasında Gayda çalan etekli abiler ve arkasında halk kortej eşliğinde yürümeye başladı. ''Arkadaş noluyor? Neye denk geldim ben?'' diye düşünürken, görüntünün muhteşemliği karşısında da kafayı yiyordum. 40.000-50.000 (abarttım mı bilmiyorum ama bizim stad kadar insan vardı sanki) insanın hepsinin 1,5 saat sönmeyen meşaleler yaktığını ve gayda sesleri eşliğinde yürüdüğünü hayal edin. İnanın ben böyle bir atmosferi Kadıköy'de bile görmedim:) Sanırım bu konularda biraz şanslıyım. Brighton'a gitiğimde Zombie Walking'e denk gelmiştim. Şehrin her tarafı Zombi kostümü giymiş insanlarla doluydu. Şimdi de bu. Yürüyüş yaklaşık 45 dakika devam etti. Önce kale seviyesinden aşağıya doğru Princes Street'ê inildi, oradan da şehrin yine en yüksek noktalarından biri olan City of Edinburgh Council'e tırmanıldı. Burasını tüm şehrin ayaklarınızın altında kaldığı, yemyeşil bir ova gibi düşünebilirsiniz. Binlerce insan oraya geldiğinde meşalelerini söndürdü. Tekrar Gayda konseri başladı ve devamında önce samandan yapılmış 3 kişinin geleneksel İskoç dansı yaptığı dev boyutlardaki heykel ateşe verildi, o sırada dev 2012 yazısı da ateşe verildi ve havai fişek gösterisi başladı. Meşaleler söndüğünde kapkaranlık kalan bu ova bir anda ateş ve havai fişekler ile aydınlandı. Ama bunlar başlamadan önce meşaleler söndüğünde karanlıkta yıldızları izleyip,gayda dinlemek gerçekten muhteşemdi. Daha sonra öğrendim ki bu Edinburgh'da her yıl yapılan ve ''Torchlight Prrocession ve Son Et. Lumiere'' yani türkçesi ile ''Fener Alayı'' imiş. Fenerbahçem heryerde:) Size o anda orda yaşadığım duyguları nasıl aksettireceğimi bilmiyorum. İnanılmaz güzel görüntüler gördüm ve inanılmaz güzel zaman geçirdim. Fotoğraflar tripodum olmadığından ve ortam çok kalabalık olduğundan çok  verimli değil: 













  Ayrıca şu youtube linkinden çokca video izleyebilirsiniz bu yılki ve geçmiş yıllardaki kutlamalarla ilgili. Belki o atmosferi anlamanızda daha yardımcı olur: http://www.youtube.com/watch?v=F_xgZChyonc&feature=related

  Kutlamaların ardından otobüsüme 2-3 saat kaldığından kalan vaktimi İskoç Pub'unda İskoç birasının tadına bakarak geçirmeye karar verdim. Şehirde gençlerin takıldığı pub ve barlar genelde Grassmarket ve Rose Street'te bulunmakta. Ben terminale daha yakın olmasından dolayı Rose Street'i tercih ettim. Pub'a daldığımda Liverpool-Newcastle maçına denk geldiğimi gördüm ve sevindim. Girdiğimde maç 1-1 idi. Barmene İskoç birası içmek istediğimi ama hangisinin iyi hangisinin kötü olduğunu bilmediğimi ve benim yerime seçmesini rica ederken yanıma 3 adet kafaları hafif güzel iskoç genci geldi. İskoç Lager bira olan Tennents'i içmem gerektiğini söyledi içlerinden birisi. Dediğini yaptım, sonra da muhabbete başladık. 2 erkek, bir bayandı tanıştıklarım. Hepsi de iskoçtu ve yaşları 23-27 arasında değişiyordu. Muhabbet nereden geldiğime, Edinburgh'u beğenip beğenmediğme değinildikten sonra herzamanki gibi futbola geldi. 3 iskoç da liverpool ve Celtic taraftarıydı. Ben  de Celtic Rangers arasında tercihimin Celtic olduğunu söyledim. Ayrıca Fenerbahçeli oldğumu öğrendiklerinde onlar da FB GS arasından FB'i tercih ettiklerini söylediler. Neden diye sorduğumda ''hem renkleri daha güzel, hem taraftarı daha manyak'' cevabını aldım:) Bu arada konusu açılmışken adada  bulunduğum 3 ay boyunca gerek Londra'da, gerek Brighton'da ve gerekse Edinburgh'da spor mağazalarında Fenerbahçe dışında türk takımı forması görmedim. Şu ''herkes bizi tanıyor'' diyenlere gitsin bu da. O sırada aklıma dünkü FB-GS basket maçı geldi ve abime mesaj atarak sonucu öğrendim. Yine yenmiştik. Tam  o sırada Livepool'da 2. golü buluca 4 kişi omuz omuza yapmaya başladık:)Onlar Liverpool, ben Fenerbahçe diye bağrıyordum İskoç pub'unda:) Bu anları fotoğraflamak çok istesem de makinanın pilleri bittiğinden fotoğraf çekemedim. Biralar bitince İskoçlarla kucaklaşıp ayrıldım ve terminalin yoluna düştüm. Bu arada Liverpool maçı 3-1 aldı ve İskoç birası Tennents'te gayet içimi güzel bir bira.
  Edinburgh'daki genel izlenim olarak insanlar son derece cana yakınlar. Ayrıca Londra'ya göre çok daha düzenli ve temiz bir başkent. Trafik yok denecek kadar az. Yolda yürürken sıksık turuncu saçlı, çilli İskoç erkeklerini görebiliyorsunuz. Ayrıca kızları da kesinlikle Londra'daki İngiliz kızlarından daha güzel. Londra'ya kıyasla başka bir güzel tarafı ise zırt pırt yolda yürürken sigara, bozuk para ve ya otobüs bileti isteyen tiplerin bulunmaması. Yine Londra'daki gibi sürekli ambulans sesi, polis sireni, yangın arabası sireni gibi sinir bozucu sesleri duymak zorunda kalmıyorsunuz. Tam  tersi sürekli gayda sesleri eşliğinde geziyorsunuz. Tabi gaydayı sevmezseniz bilemem. Sonuç olarak Londra'yı iki dakikada satıyorum: Edinburgh büyüktür Londra
(Fotoğraflar puba girmeden önce akşam manzarası)





  Sonuç olarak eğer fırsatınız varsa kesinlikle gidip görmenizi tavsiye ediyorum bu küçük şehri. Hatta denk getirebiliyorsanız benim gibi yılın son günlerine denk getirip, yeni yıla da orada girin. Hostel fiyatları araştıdığım kadarıyla 25-30 pound civarı. Ki cristmassta fiyatların arttığını düşünürsek başka tarihlerde çok daha ucuza kalınabilir. Ben de birgün yeniden görebilmek umuduyla ayrıldım Edinburgh'tan. Ama bu sefer sevdiğim arkadaşlarımla gelmek isterim. Biraz uzun oldu yazı ama mazur görün. Derin duygular besliyorum Edinburgh'a karşı:) Şimdi biraz uyku vakti. Anlattığımdan anlayabilecğiniz üzere ben yeni yılı dün kutladım. Yani sizden 1 gün öndeyim. Bu akşam sadece Londra halkı neler yapıyormuş bakmak için Thames kıyısına inicem. Hepinize iyi seneler diliyorum.Yazıyı da o çok sevimli Scotish aksanıyla yani açtığım gibi kapatıyoum efenim: i löaf EDİNBRAH.